17 Şubat 2011 Perşembe

Bir son ek olarak "Arkadaşım"

Bu kızlar çok alemler valla! En çapkınım diyen adamın bile bir kız tarafından reddedilmişliği vardır geçmişinde. Reddedilme bahanesi ayrı bir başlığın konusu olmakla beraber, bahane sonrası beyanatlar vardır bir de. Örneğin arkadaş kalmak isterler; o aslında "Hiç sevgili olmayalım ve buna bir kılıf uyduralım emi"den başka bişey değildir.

Erkek için ise "arkadaş kalma süreci" diye bir dosya uzantısı olmadığı için işletim sistemi o süreci asla algılamaz. Ya hayatından tamamen çıkarır, ya da kızın arkadaş kaldıklarını sandığı süreçte yazmaya devam eder (Bkz. Acımasız gerçekler temalı Sprite reklamı)



Nitekim kızlar da bu ilgiden korunmak için önlemler alırlar, bir nevi aşı gibi düşünebiliriz. Hastalıkla karşılaşmadan korunma sağlar. Nedir bu? Sıfat takmak, o sıfat da "Arkadaşım"...

Potansiyel ortamlarda kızı ararsanız "Efendim arkadaşım!?" diye açar telefonunu, hem de vurgulayarak, Facebook'ta sizle görüldüğü fotoğrafın altına "En sevdiğim arkadaşım" "Kankim" falan yazar. Hem seni uzak tutmak hem de etraftaki potansiyel partnerleri korkutmamak için.

Çıkarılacak ders:

İstemiyosa istemiyodur, zorla güzellik olmaz. "Arkadaşım" diyenden kaçacaksın. Nasılsa erkekler için "arkadaş kalma diye bir şey yoktur!". Onu da detaylarıyla anlatırım.

Sana gelince; evet arkadaşınım ama her seferinde gıcık olduğumu bile bile cümlelerinin sonuna koymana gerek yok. Onun dışında, yazının geri kalanını üstüne alınmazsan sevinirim.

15 Şubat 2011 Salı

Şansa bırakmak vs. Sabretmek

İşini şansa bırakanları sevmem, kaderci kaderci takılırlar evlerinde, büyük fırsatların kapılarını çalmalarını beklerler evde yaşlanırken. Oysa sabretmek bir erdemdir, beklemek sanır halkımız sabretmeyi, değildir; sabretmen için bir planın olmalıdır, küçük kurguların, bazen tutan bazen tutmayan, ama bir plan.

Ormanda tuzak kurup avın tuzağa düşmesini beklemektir sabretmek. Zordur; mevzuya göre günler aylar yıllar sürebilir. Garantisi yoktur, risklidir. İşini şansa bırakmak havuza olta atmak gibidir, çürür gidersin. Ona göre

29 Ocak 2011 Cumartesi

Bilinçsiz hasta, cerrahı geliştirir

Cerrahi; teorik kısmı kitaplardan öğrenilebilecek ama pratik kısmı görmeden, hatta (iddia ediyorum) uygulamadan asla öğrenilemeyecek bir bilim.

Yüz yıllarca belli dogmalarla, yaraları dağlayarak, kafataslarını delerek, deneme yanılma yöntemleriyle yürümüş. Orta çağda ortalama yaşam süresi; örneğin 20 yaşını devirmiş bir İngiliz aristokrat için 38'di (sallamıyorum). Şu an uğraştığımız hastalıkların çoğunun görülmediği, görülenlerin de "Allah verdi Allah aldı" diye rasyonalize edildiği o günlerde cerrahi günümüzdeki kadar önemli değildi haliyle. Ama ne zamanki X ışını bulundu, iletişim ve evrenselleşme ilk tohumlarını atıp enfeksiyon kavramı tanınıp antibiyotikler keşfedildi; o zaman yaşam süreleri uzadı ve küçük müdahalelerle hayatlar kurtarılmaya başlandı.

19. yüzyılın sonlarında başlayan dünya savaşlarıyla cerrahi gereksinimi artmış, düşük beklenti düzeyi sebebiyle savaş cerrahisi sayesinde eli bistüri tutan (neşter demiyoruz) doktorlar olağanüstü tecrübeler edinmişti. Her cerrahi kitabının tarihçe kısmını okursanız dünya savaşlarında ne kadar geliştiklerinden bahseden satırlar görmeniz kaçınılmazdır.


Günümüzde; cerrahi tecrübe için hala uygulama gerekliliği önemini korurken, hiç savaş olmaması sebebiyle (nasıl bi' sebepse bu) tecrübe kazanmak için çok nadir fırsat bulunuyor.

Bundan sonra söyleyeceklerim tartışmaya açık, fakat ülkemiz gibi gelişmekte(!) olan ve gelişmiş ülkelerin bir gerçeği...

Bir cerrahi asistanı, ne kadar izlerse izlesin, ne kadar hocası gözetiminde ameliyat yaparsa yapsın, asla tek başına kalıp da sorumluluğu tek başına almadıkça tecrübelenemez. Bir cerrahın başarısını muhakkak ki belirleyen en önemli gösterge komplikasyon oranıdır, ama bir o kadar da önemli olan komplikasyonla baş etme becerisidir. Bu becerinin gelişmesi aynı ameliyatı onlarca kez yapıp, defalarca komplikasyonlarıyla mücadele etmiş olmayı gerektirir. O zaman sorarım, tecrübesiz cerrah nasıl tecrübelenecek; cerrah ameliyat yapmazsa nasıl kendini geliştirecek; hangi hasta o cerraha ameliyat olacak???

Hangi hasta biliyo musunuz?

Bilinçsiz hasta!

Kim bu bilinçsiz hasta; pantolon alırken, denemeden, ilk gördüğü yerden alan, her ay primlerini ödemesine rağmen "bedavaya" aldığını sandığı sağlık hizmetini karın ağrısıyla eve yakın diye ilk gittiği sağlık kurumunda sorup soruşturmadan ameliyat olmayı kabul eden ve olacağı ameliyatın gerekli olup olmadığını bile sorgulamayan hasta... Bir hafta süren ameliyat öncesi hazırlıklarının ardından ameliyat sabahı "Ben şimdi hangi ciğerimden ameliyat olucam, karaciğer mi akciğer mi?" diyen hasta... 6 saatlik, organların kesilip biçilip birbirinin ucuna takıldığı, damarların yapay damarlarla değiştiği, omurganın söküldüğü ameliyat sonrası uyanır uyanmaz "Hocam kaç dikiş attınız?" diyen hasta...

Bu insanlardan ülkemizde o kadar çok var ki... Sorgulamayan, merak etmeyen, hatta kendini belki sizin kadar bile umursamayan bu hastaları ameliyat ederek cerrahlar kendilerini geliştirir. Bu yazılı veya sözlü bir kural değildir, ama tanıdığınız başarılı bir cerrah varsa, ona gerçekten böyle mi diye sorduğunuzda "Aa hakkaten lan" yanıtını almanız işten bile değildir.

28 Ocak 2011 Cuma

Yaşadığım müddetçe o doktora beddua edeceğim

İşte günümüz tıbbında gelinen son nokta...
Doktor, hatta cerrah; yarı tanrı falan derler, hani nerde? hangi gezegende?
Yıllar önce doktorluğa başladığımdan beri senede 20 gün iznim ve nöbetsiz hafta sonlarım dışında sürekli hastanedeyim. Haftada ortalama ≥90 saat çalışıyorum. Çalışma sistemimiz "hasta bazlı" işliyor. Yani uzmanlık eğitimi alan bir araştırma görevlisi olmama rağmen "hastalar" eğitimimden önce geliyor. Hatta hastalar gidiyor, eğitimim arkasından yetişemiyor. Ancak sadece mesleklerinin zirvesinde olanların da bu yollardan geçmiş olması kimi zaman teselli olmama yetiyor.




"Hastalar" ve "hasta yakınları"nın, klinisyen bir doktor için "hastalıklar"dan daha karmaşık bir yapı olduğunu söylemeliyim. Her doktorun, hasta yakınlarıyla yaşanmış komik, trajik veya dramatik bir anısı olduğuna ve onları askerlik anısı gibi orada burada anlatıklarına eminim. Ama günümüz ekonomik ve siyasi şartlarında tıp, halk tarafından, doktorlar için bir ekmek kapısı olarak görüldüğünden (gösterildiğinden) artık kimsenin gözünde beş para etmiyor. Peki suçlusu kim? Hiç uzatmayacağım; bunun suçlusu ülkenin yamuk işleyen sağlık sistemi ve uygulanmayan mevcut basamaklandırılmış sağlık sisteminin değerini bilmeyen "eğitimsiz" halkımız.

Öncelikle, zaten sağlık hizmeti asla ücretli olmamalı, doktorlar maddi açıdan mağdur edilmemeli, bıçak parası da denen gayrı resmi yollarla hastalardan alınan para denetlenmeli. Böylelikle yoksul hastalar ameliyat olabilmek için köylerindeki tarlalarını ineklerini satmayıp mağdur olmamalı, varsıl hastalar da verdikleri paralarla doktor üzerinde baskı oluşturmamalı ve sağlığı bir pazarlık nesnesi haline getirmemelidir. Yani doktor hastayı, ona para verdiği için değil; devleti ona o hastayı bile(!) tedavi etmesi için "yeterli" para verdiği için tedavi etmeli; bu sebeple hesabını da hastaya değil sisteme veya amirine vermelidir.

Ama tabi ki dünyayı yöneten şey ekonomik dengeler olduğundan ve Türkiye de bundan nasibi aldığından asla hiç bir şeyin iyi yönde düzeleceğine inanmıyorum. Ama, haftada 40 saatlik çalışmam ve eğitimim için maaş alıyorken, 90 saat çalışarak; eğitimimi, ailemi, sosyal hayatımı ikinci plana iterek; hayatımda bir daha görmeyeceğim insanlara adeta hizmet ederken, az da olsa beklenen bir komplikasyona bağlı bir hasta hayatını kaybettiğinde, konuyla iligili, yan odalardaki hasta yakınlarından duyduklarından fazla bilgisi olmamasına rağmen bir hasta yakını benim arkamdan şu cümleyi söylüyorsa ben bu ülkede doktorluk yapmak istemiyorum:

"Yaşadığım müddetçe o doktora beddua edeceğim!"

27 Ocak 2011 Perşembe

Hey gidi plastik bardak!

Bizim serviste hastabakıcılar -sağolsunlar- sürekli kahve yapıp çay demlerler. Bu da şahsa ait bir bardak gerekliliği doğurur haliyle. Gidip termos bardaklardan alınır veya (bir şekilde) üstü ilaç reklamlı bir bardak edinilir. Gelsin kahveler gitsin çaylar... (bu arada kahve sevmem, tamam kabul ediyorum ben de normalim demedim zaten)


Hoca gelir bardağınıza kül silker, hasta bakıcı mantarlı tırnaklarıyla kendine sizin bardağınızla bi' çay koyar, çünkü onun için bardağın kimin olduğunun önemi yoktur, çayı içinde muhafaza etmesi yeterlidir ve bardak çöpü boylar. İnsanoğluna bir şans daha tanırsın, bir bardak daha edinirsin ama pislik ruhuna, mantar da tırnağına işlediğinden ikinci ve üçüncü bardak da aynı kaderi paylaşır.

Kamuya ait iş yerlerinde bardağın da kamunun malıdır. Bu yüzden plastik bardaktan şaşmayın, yıkama kurutma derdi de yok...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Pansuman demeyin bana

Doğdunuz büyüdünüz, okula gittiniz, okulda kopya çektiniz, belki çekmediniz, sınıflarınızı geçtiniz...
Bir iş sahibi oldunuz, belki aile reisi oldunuz veya ev hanımı kaldınız...
Çocuk büyüttünüz veya yiğenlerinizi mıncırdınız.

Demem o ki yıllarca benden farklı benden uzak bi hayat yaşadınız. Siz sevdiceğinizin koynunda mışıl mışıl uyurken, yeni yıla geri sayarken, bayram namazı kılarken, hiç kaçırmadığınız diziyi izlerken ya da hayatın anasını satıp yatağınızda ağlarken ben işimi yapıyordum... Kimi doğuyodu, kimi ölüyodu, kimi kusuyodu, kimi baş örtüsünün iğnesi yutmuştu, kimi deodorant kapağını kıçına kaçırmıştı (merak edene detay çekimlere girebilirim)... Ben hep oradaydım; uykusuz, yorgun...

Bir gün bir yakınınız hastalandı ve hastaneye yatması gerekti, o gece de ben nöbetçiyim. Şimdi soruyorum size;

Siz kim oluyosunuz da serumun akması gereken hızı, pansumanın ne zaman yapılıp ne zaman yapılmayacağını, dikişlerin ne zaman alınacağını benden daha iyi bilebiliyorsunuz? Bilmiyorsunuz! Ama ben biliyorum. Yan odanızdaki hastaya yapılanların aynısının size yapılmasını istiyorsunuz madem, lavmanı görünce neden korktunuz!


18 Ocak 2011 Salı

Kadavra görmek

Tıp Fakültesine ilk başladığımız günler, bizim için en büyük hedef "kadavra" görmekti. Aynı amaç uğruna toplanmış 5 genç olarak, ikinci dönem zaten derslerde işleyeceğimiz anatomi personeline gidip yalvar yakar kadavra havuzundan kadavralara bakmıştık. Kimimiz kadavrayla fotoğraf bile çekilmiştik.

O sıralar, eş dost ortamlarının da en popüler sorusu "Kadavra görüyor musunuz?" olurdu, hatta bu geyik son sınıfa kadar sürerdi. O zamanlar tabu kadavra görmekti.

Son zamanlarda yaptığım gözlemler sonucunda fark ediyorum ki, zamane tıp fakültesi öğrencileri hatta doktor olmak isteyen lise öğrencilerinin hiç biri kadavrayı merak etmiyorlar. Herkes ameliyat görme peşinde... Ben ki çok uzun yıllardır cerrah olmak isteyen biriyim, ben bile ilk kez ameliyathaneye 5. sınıfta girmiştim. Televizyonlarda yayınlanan diziler ve filmler sağlık sektörünü o kadar pompalıyor ki, liseli gençler gereğinden fazla bir beklentiye giriyor. Oysa şu anda tıp fakültelerinde okuyan öğrencilerin çoğunun hayal kırıklığı içinde olduğuna ama aile ve mahalle baskısı sayesinde bir şekilde bunu sürdürdüklerine eminim. Yanlış tercih başlı başına ayrı bir konu tabi...



15 Ocak 2011 Cumartesi

Hastanın fişini çekmek

İlerleyen teknoloji ve buna ayak uyduran tıbbi teknoloji... Hastalar ileri yaşam desteği gerektiği durumlarda artık daha uzun yaşatılabiliyorlar. Tabi ki ilaç ve bazı cihazlar sayesinde...

Şimdi bu yurdum insanında, bi "fişi çekme" fantezisi var. Sanıyorlar ki, hasta bi makineye bağlı ve o makineye elektrik gitmezse hasta ölüyor. Çok şükür ki 1950'lerden beri öyle değil. Hasta makinelerin onlarcasına bağlı ve fişini çektiğinizde şarjdan bi süre daha idare ediyorlar.


Şaka bir yana, fişi çekmekle kastedilen hastanın hayati işlevleri olan solunum ve kalp atması işlevlerine verilen desteğin sona erdirilmesi. Hasta bir süre daha şarjdan idare ediyor ve sonra... kaçınılmaz son... Biiiip...

Defalarca şahit oldum fiş çekilmesine, ölüme, bir insanın son saniyesine... İnsanoğlu 96 yaşındaki babaannesi öldüğünde bile "Çok erken oldu.." diyebilecek nankörlükte, inanmazsınız. Evet her ölüm erken belki ama, neye göre kime göre... Eğer Türkiye standartlarına göre diyecekseniz cevabımı yapıştırırım. Yaşam ortalaması erkeklerde 67, kadınlarda 71. Bunu bilin ayağınızı ona göre denk getirin.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Ben cerrah oldum

Koştura koştura okudum okulları, sene bile kaybetmeden. Orta okul, lise, tıp fakültesi, uzmanlık...

Ailemde hiç doktor yoktu, seyrettiğim filmler, diziler etkili oldu doktor olmamda. Hep bi zor anda yardım etme ve hayat kurtarma etrafında dönerdi filmlerin senaryoları, bu cezbetti sanırım ilk olarak. Dr. Kimble, Patch Adams, E.R. ortaokul lise yıllarımda girdi hayatıma, tam da bilincimin şekillendiği, herkesin "Ne olacaksın" sorularını sorduğu yıllarda. Sonrası malum, gaza gelindi, ders çalışıldı, yeri geldi sabahlandı, üniversite okumaya 6 yıl şehir dışına taşınıldı ve nihayet doktor olundu gelindi. Bir kaç satırda anlatılacak kadar kolay değildi bu noktaya kadar olanlar tabi ki ama esas macera adınızın önüne "DR" koyduklarında başlıyormuş.

Dr. Richard Kimble (Kaçak / The Fugitive)

4. sınıftayken bir asistan abi şöyle demişti hiç unutmam;
- İnsanın aptalı doktor, doktorun aptalı cerrah olur.

Ama yine de cerrah olmak vardı hep aklımda. Bir insanı, ona müdahale ederek değiştirme, daha iyi yapma işi. Kesinlikle erkek işi, hem de kabasından; tam bana göre! Kolları sıvadım, gece gündüz inekledim (Kardiyolog veya göz doktoru olacaklar kadar değil tabi) uzmanlık eğitimi giriş sınavını kazandım (TUS dediğimiz). Okul bittiğinde sadece ders notlarını üstüste ve yanyana koyduğumda içinde yaşayabileceğim bir deprem sığınağım oldu, en sağlamından. Sonuçta 5 yıllık cerrahi asistanlık... İşte ilk maaşlı işim olan doktorlukla tanışmam ve hayatta bildiğimi sandığım her şeyi tekrar öğrenene kadar olanlar bunlar.


Bundan sonra başlıyor zaten olay; hastalar, hasta yakınları, hocalarla iletişim, nöbetler, sevk sistemi, sgk, maaş, döner, bordro ve 25 yaşıma kadar hiç bir okulda öğretilmeyen nice bilgiler... O kadar doluyum ki, "Ya birader, bak dün ne oldu" diye bir arkadaşa anlatılacak cinsten şeyler değil bunlar.